top of page

DİJİTAL ÇAĞIN YENİ İZLEYİCİSİ

  • Yazarın fotoğrafı: Erman Bostan
    Erman Bostan
  • 17 Tem 2022
  • 6 dakikada okunur

Bilgi ve iletişim araçlarını, içerikle ilişkisi olmayan, nötr aracılar olarak görme hatasına düşmemeliyiz. Sosyal medya platformlarının doğası, tasarımları ve üzerinde yükseldikleri 'iş modeli' -buna izin vermek şöyle dursun- kullanıcılarının öyle ya da böyle bir şeylerin tarafı olduğu sistematik bir yapı üzerinde yükseliyor.

Don't Look Up (Yön: Adam McKay) - Hyperobject Industries / Bluegrass Films


Dijital kültür bizi deneyimlerimizi puanlamaya teşvik ediyor. İster ‘like-dislike’ mantığı içerisinde olsun ister yıldızlama sistemi ya da bizzat rakamların dili konuşsun, yediğimiz yemekleri, gittiğimiz mekanları, gazete haberlerini, filmleri, tiyatro oyunlarını, okuduğumuz kitapları hatta insanları çevrimiçi dünyada sayısallaştırılabilir veriler halinde değerlendiriyoruz. Devasa bir veri bankası haline gelen bu beğeni yargılarından oluşmuş yığınlar elbette kültür endüstrisi tarafından farklı biçimlerde işleniyor. Bir yönüyle seçim yapmamızı kolaylaştıran bir kolektif akıl ortaya çıkıyor: Yayıncılar farklı çevrimiçi platformlarda bir araya geliyor, katılımcıların düşüncelerini, yorumlarını, değerlendirmelerini takip ederek yüz yüze iletişim içerisinde edinmemizin imkânsız olduğu bir ölçekte, farklı yaşam tecrübelerine ulaşıp farklı amaçlarla kullanabiliyoruz. Mekânın eriyip buharlaştığı, ışık hızında birbirine bağlanan küreselleşmiş dünyamızda her şey el altında olduğu için, bütün bu veri denizinde yolumuzu bulmamızı sağlayan araçlar sunuluyor bize, özelleştirilebilir arama motorları gibi. Diğer taraftan gönüllü bir şekilde katıldığımız bu beğeni/yorum oyununda verilerimiz tüketim alışkanlıklarımızı şekillendirmek, düşüncelerimizi değiştirip yönlendirmek, seçimlerimizi etkilemek gibi niyetlerle kolaylıkla kullanılabilir haldeler. Çevrimiçi dünyada bilerek ya da bilmeyerek attığımız her adımla geride bir dijital iz bırakıyoruz, böylece gelecekte gidebileceğimiz yolları tahmin eden bir tür rehber oluşturuyor, kendimizi bizzat kendimizle manipüle ediyoruz. Kullanıcılarının aynı zamanda üreticileri olduğu bu devasa veri okyanusundan çekip çıkararak anlamlı cümleler oluşturmak basit kullanıcı için pek mümkün olmuyor elbette. Yapay zekâ ve makine öğrenmesinin yıldızı endüstri devleri için parlarken, kullanıcılar önlerine serilen dünyanın sayısallaştırma mantığı içerisinde hesaplanabilir, basitleştirilmiş ve indirgenmiş bir dünya olduğunu fark edemiyorlar.


Özgür irade ve kontrol meselesi çerçevesinde düşünüldüğünde yeni bir durumla karşılaşmadığımız bir gerçek. Özgürlük ve disiplin arasındaki o kadim gerilim, en ilkelinden çağdaşına birbirimize anlattığımız öykü ve masallar, mitoslar, destanlar, dinler, siyasal ideolojiler ister tanrıdan ister hükümdardan gelsin bütün iletilerin genel mantığında bulunmaktadır. Dil ile birlikte iletişimi gerçekleştiren tüm araçlar bilginin dolaşımını sağlayarak kültürün inşasına katılır, aynı zamanda kontrol, denetim ve gözetleme biçimlerinde araçlar haline gelerek bu bilgiyi sınırlarlar. Bizi gezegenimizin en tuhaf canlı türü haline getiren de sentetik bir dil inşa ederek gerçekliği eğip bükme kapasitemizde gizlidir. Biz dünyayı iletişim oyunu içerisinde kendi imgemize uyarlarız. Çağdaş dijital kültüre özgü olan, ölçeği küresel çapta büyüterek bu kökensel etkileşim faaliyetini gerçek zamanlı bir akış içerisinde kendisini ifade eden ve yine kendi kendisini algılayabilen bir tür devasa sinirsel organizmaya, bağlantı ve hıza dayalı bütünleşik bir ağ yapısına dönüştürmesidir. Artık sadece izleyici değil aynı zamanda katılımcıyız hem aktif ajanlar gibi davranıyor hem de edilgen tüketiciler gibi hareket ediyoruz, bir kimyasal sürecin sonucunda davranış haline gelen aktivitemiz ağda bir uyaran haline gelerek sınırsızca dolaşıyor. Ve kültür bizi beğeni yargılarımızı ifade etmeye kışkırtıyor, daha çok girdi, daha çok ifade, girilen ağdaki en sessiz sedasız, hayalet kullanıcılar bile bu sayısallaştırma, puanlama mantığından kaçamıyor.


Peter Isherwell Don't Look Up'ta, Mark Rylance rolünde.


Bu çağdaş kültürel durumun izleyici stratejileri açısından belki de en çarpıcı yönlerinden biri tüm deneyim alanımızı istila eden beğen-beğenme mantığının deneyimlerimizi önsel olarak belirliyor oluşu. Bir mindfullness etkinliğinde yediğimiz üzümün tadını, içtiğimiz şarabın kıvam ve kokusunu ‘hissetmek’, deneyimi en doygun haliyle yaşayabilmek için uzunca bir süre odaklanmamız gerekmişti. Çünkü deneyimi yargılayarak beğenimizi sayısal veri şeklinde ifade etmek deneyimin kendisinden daha önemli bir yerde. Dahası dijital kültür bizden bu verileri öyle güçlü bir şekilde talep ediyor ki bu talepten bağımsız bir deneyim neredeyse imkansızlaşıyor, beğeni yargımızın oluşacağı habitat bu. Artık deneyimin kendisini yaşamak, seyre dalmak, kirazına tadına, kahvenin kokusuna kapılıp gitmek yerine bu deneyime kaç puan verebileceğimiz, bu deneyimi nasıl temsil edebileceğimiz üzerinde duruyoruz, dahası çok daha basit bir biçime ‘’beğendim-beğenmedim’’ ikiliğine sıkıştırarak tüm deneyim yelpazemizi ikili bir kodlama sistemine indirgiyoruz. Görünüşe bakılırsa bunu yapmaya zorlandığımız da pek söylenemez, katılım gönüllü, yargı bildirmeye, göz önünde olmaya, fikrimizi beyan etmeye pek hevesliyiz. Ancak bu fikir deryasına üstünkörü bir bakış attığınızda dahi düşüncelerin hızla polarize olarak iki aşırı uca savrulduğunu gözlemleyebiliriz. Bu kutuplaşmanın en güçlü kaynaklarından biri fikrinize değil beğeni yargınıza odaklanan teknolojinin araçsal mantığıdır. Bir filmle karşılaşmamız her zamankinden daha çok beğeni yargımıza odaklanmış bir biçimde gerçekleşiyor, daha sonra izleme deneyimimize puan vermek için sabırsızlıkla bekliyoruz. Bizim için izleme deneyimi beğeni yargımızı şu ya da bu yöne çekecek bir roller coaster gibi aşırı uçlara savruluyor, izleme deneyiminin bizde uyandırdığı duygu ve düşünceler, harekete geçirdiği anı ve deneyimler, kışkırttığı hayal ve fanteziler ya hiç konuşulmuyor ya da nihayetinde tüm bu deneyimleri bir rakama dönüştürmemiz isteniyor. Artık bir konuda fikir beyan etmek için uzman olmamıza gerek yok, eleştiri disiplini tarihe karıştığı gibi bilirkişiler de ortadan kayboldular ya da onlara güvenmiyoruz artık. Bunun yerineyse çok daha güvensiz ve kırılgan bir dünya inşa ettik. Bir zamanların ‘’kendi içeriğini kendin üret’’ platformları kullanıcılarını arama geçmişlerinin tutsağı haline getiren algoritmalara bel bağlamış, özelleştirilmiş reklamlarla dolu ve veri büyüklüğünden başka hiçbir şeyi önemsemeyen devasa makinelere dönüşmüş durumdalar. Uyandırdıkları güç öyle çılgın boyutlara vardı ki örneğin Youtube 2021 Kasım’ında dislike sayacını gizlemeye karar verdi, kolektif zekayı harekete geçirmesi gereken güç, trol ordularını, zorbalığı, bilgi kirliliğini ve manipülasyonu da doğurduğu için katılımın kendisinin sansürlenmesi gerekti. Daha çok arthouse filmlerin gösterildiği bir platform olan MUBI’de film izleme deneyimi tamamlandığında, henüz jenerik akarken, yıldızlama ekranı karşımıza çıkıyor.

Charles Chaplin'in The Great Dictator (1940) filmini MUBI üzerinde izledikten sonra karşınıza çıkan puanlama ekranı. Henüz puan vermedim, kaç puan eder sizce?


Sanatsal alanı boylu boyunca kesen, izleme deneyimine karışan bir sayısallaştırma, hesaplama ve indirgeme mantığı bu. Tıpkı çift yarık deneylerinde, kuantum düzeyinde yapılan gözlemin parçacığın izlediği yolu değiştirmesi gibi, hesaplama, puanlama, not verme bağlamında girdiğimiz deneyimler de izlemenin kendi doğasını bozup değiştiriyor. Bir zamanlar çevrimiçi dünyada sörf yapmak, yeni şeyler keşfetmek, internetin derinliklerinde bir tür arkeolojik kazı çalışması yapmak ve buluntuları diğer kullanıcılarla paylaşmak modaydı, şimdi bizi kendimizden daha iyi tanıdığını iddia eden uygulamaların yaptığı listeleri dinliyor, benzer videolara tıklıyor, bizim için önerilen filmleri izliyoruz, yıl sonu gururla paylaşıyoruz ‘’bütün yıl ne yaptım?’’ derlemelerini. Yeni izleyiciliğimizde yargıçlık maskesi takmadan hareket etmek, bilir kişi gibi davranmadan yayıncı olmak giderek zorlaşıyor. Burada makinenin davranış modelinde hız ve niceliğe verilen öneme dikkat edelim, etkileşimi büyüten ve yayan mesajlar öne çıkarılıyor, böylece sinir ağlarıyla örülü online dünya dürtüleriyle hareket eden acımasız bir canavara dönüşüyor.


Kapitalizm üretim araçlarının gelişmesi ve üretimin yoğunlaşmasıyla birlikte gerçekleşen bir iş bölümü ve uzmanlaşma sistemidir. İş bölümünün sağlıklı bir şekilde işleyerek üretim süreçlerinin devamlılığı için uzmanlık sistemine ve uzmanlara duyulan güven bir tür tutkal görevi görmektedir. Bu modernleşme dinamiğinin çılgın bir büyümeye eşlik edecek bürokratik bir toplum yaratacağı aşikârdı. Önce askeri alanda, sonra ofis sistemlerinde ve nihayet günlük kullanıcının bedeniyle simbiyotik bir ilişki kuran yeni medya teknolojileri protezleriyle bilgisayarlar, bilginin demokratik bir biçimde dağıtılmasının da önünü açtı. Bu teknolojiler madun bırakılmış kitleleri konuşturdu, onlara sözü geri verdi. Bilgi herkes için ulaşılabilir oldukça iktidarlar kırılganlaştı, otoriteler sarsıldı. Bununla birlikte hepimizin mikrobiyolojinin bir alt dalı olan virolojiyle ilgili bir haber yapabilmesinin de önü açıldı. Bilgi/iktidarın çelikten zırhının delinmesiyle yalnızca demokratik güçler bağlarından kurtulmadı, kötülük de serbest kaldı, böylece güven ve tek düzelik yerini belirsizlik, kaos ve güvensizliğe bıraktı.

Bu yazıyı hazırlarken bıraktığım Netflix ana sayfamdan bir görüntü. Buraya bakarak son bir kaç gündür ne tür ''içerikler'' izlediğimi tahmin edebilirsiniz, ben izlemeye devam ettikçe bu sayfa değişecek. İnsanların Netflix'te izlediği TV şovlarının %80'inden fazlası, aslında platformun öneri sistemi aracılığıyla keşfediliyor.


Uzmanların otoritesinin sarsıldığı dijital kültüre yenik düşmüş en belirgin alanlardan biri de görsel sanatlar alanı, daha çok da sinema. Herkesin eleştirmen olabildiği, fikir önderlerinin bulunmadığı ya da ciddiye alınmadığı bu yeni sanatsal üretim ortamı, kolektif zekanın etkilerine açık olduğu kadar sıradanlaşma eğilimi de göstermektedir. İzleyicinin puanlarıyla şekillenen ve onun düşünsel, duygusal ve psikolojik eğilimleriyle matematiksel bir kesinlikte uzlaşı arayan bir medya gerçekliğinde eleştirmenler gibi dramaturglara da yer yoktur, hangi hikâyenin seçileceğini ve bu hikâyenin nasıl anlatacağını kitle kültürünün algoritmik modellemeleri belirlemektedir çünkü. Kendisini izleyici beklentilerine göre şekillendirerek, ‘halk bunu istiyor’u şiar edinmiş Yeşilçam üretim modeline oldukça yakın, dürtüsel bir sinema bu. Sanatçının adeta aradan çekilip bir tür teknisyene dönüştüğü bu sinemada izleyici ile anlatı evreni bütünleşik, onun en parlak umutlarıyla en karanlık arzularının, en derin korkularıyla en çaresiz zaaflarının bir tür karışımı. Kendisini yine kendisiyle trolleyen izleyicilerin sinir uçlarına dokunan Bir Başkadır (Ethos), Don’t Look Up gibi dizi ve filmlerde hızla harekete geçerek polarize olması da bu yüzden.


Kandinsky sanatçının konumu ve izleyicileriyle ilişkisini geometrik şekillerle dolu tablolarında sıkça rastladığımız üçgen metaforuyla açıklar. Sanatçı üçgenin en sivri ucu, o küçük parçası, tepe noktasıdır, aşağıya indikçe zihinsel hayatın bir tür şematik gösterimi olarak kapsam artar, toplumsal kesimlere doğru genişleyerek hareket ederiz. Bununla birlikte üçgen pek gözle görülmeyen bir biçimde, yavaş yavaş yukarı doğru hareket etmektedir. Sanatçının öncülüğü buradan gelir: “Bugün sadece en üst ucun anlayabildiği ve üçgenin geri kalanı için anlaşılmaz gevezelikten ibaret olan şeyler, yarın ikinci kesimin hayatının anlam ve duygu dolu içeriğine dönüşür.”* Elbette seçkinci bir tarif bu ancak sanatın bazı yönlerden neden büyüleyici olduğunu da gösteriyor. Oysa yeni medya dünyasının izleyici kültüründe sanatçının kendisi de kitle puanlamasının bir nesnesidir. Çağımız en fazla puanı toplayarak yıldızlarımızı sermayeye dönüştürme çağı olduğundan görsel sanatlarda da takipçilerimizi arttırarak like basmak moda sayılabilir. Bu cendereden çıkmanın bir yolu belki de herkesin bu oyundaki figüranlar olduğu gerçeğini görmekten geçiyordur, başrolünü silikon vadisinin milyarder tanrılarının oynadığı bir oyun.

* W. Kandinsky, Sanatta Tinsellik Üzerine.


Kandinsky - Composition VIII (1923)


NOT: Bu yazım Sekme Dergi'nin 7. sayısında yayınlandı.




Comments


bottom of page